Babamın üvey bir kardeşi var. Anne bir, ama babaları farklı. Hamit amca. Hatırladığım kadarıyla 4 kız 2 oğlu var. Her yıl neredeyse Hamit amcanın bir çocuğu olurdu. Boğazına düşkün biriydi. Köylü, bizim sürüden oğlak kaçırıp kesip yiyecek diye sakınırdı. Rivayet odur ki oturdu mu koca bir oğlağı yer. Yörük ailesinde genel olarak şişmanlık problemi vardır. Hamit amca da çok şişmandı. Öyle hatırlıyorum. Metabolizma hızımız Yörüklerde yavaş.
Köye gittiğimiz zamanlar dayım kendi çocukları ve benim saçımı 3 numara kesiyor. Malum 1970’li yıllar, köy ortamı. Bit olur diye korkuyorlar. Ne zaman bizim saçımız kesilse bu Hamit amcanın oğlu Neşet ve akranları, yolda falan karşılaşınca Mehmet İbiş ve beni yakalayıp bizim kafalara tak tak vuruyorlar. Onlara rastlayacağız diye ödümüz kopuyor.. Ancak köylünün evlere su taşıdığı iki su pınarı var. Başmuğar ve Bahalı. Eve yakın diye su taşımaya Başmuğara gidiyoruz. Arada bir de onlara mecburen denk geliyoruz. Hareket şu:
“Bu kabak olmuş…bu kabak olmamış… Tak tak tak…” Bizden büyük çocuklar. Onlar kafamıza böyle vurunca ağlaşıyoruz ve bir taraftan ileniyoruz (beddua ediyoruz).
“Bunların başına yıldırım düşşün, ölsün” diye.
Bir gün bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Bütün gün boyunca yağmur yağdı – şimşek çaktı, gök gürledi.. Bizim oralarda yağmur çok deli yağar. Şemsiye falan farketmez. Her bir taraftan ıslanır, ıpıslak olursun. Üniversite öğrenimi için Istanbul’a geldiğimde İstanbul’un çisil çisil yağan yağmuruna gıcık olmuştum . Yağmur dediğin ıslatmalı, gürül gürül yağmalı.
Neyse, akşama doğru yağmur dindiği vakit köyün nispeten düzlük ova kısmından dağ yamacında kurulan evlere doğru yokuş yukarı giderken karşıdan Hamit amca ağlayarak geliyor. Bana “oğlum, oğlum” diye sarıldı. Kucakladı. Elleriyle yukarı kaldırdı ve alnımdan yanaklarımdan öptü. Bir taraftan ağlıyor, bir taraftan öpüyor. Elime oyuncak bir mantar tabancası tutuşturdu. Al bu senin olsun dedi. Oyuncak tabancanın içine mantarımsı bir şey koyuyorsun, ses çıkararak patlıyor. Ben bir sevindim, bir sevindim. Mehmet ile oradan ayrıldık. Hamit Amca’nın etrafında bir kalabalık, ağlayıp sızlıyorlar. Meğer oğlu Neşet yağmur yağınca koyunları ovada bir ağacın altına toplamış. Kendisi de ağaca yaslanmış. ancak bu arada yıldırım düşmüş ve Neşet vefat etmiş. Biz Mehmet İbiş ile nerdeyse zil takıp oynuyoruz.
“Bak işte gördün mü, bizle uğraşırsan Allah böyle çarpar” dedik durduk. Çocukluk işte. Yukarda bizi duyduğuna dair bir güven oluştu bizde. Bu arada Mehmet’in kızı var. Adı Yağmur.
Hamit amca oğlu Neşet vefat edince ilk olan oğluna tekrar Neşet ismini veriyor. Ardından olan oğluna ise Yıldırım. Yıldırım ilkokulu bitiriyor ve büyüyünce Istanbul’da bir fabrikada çalışmaya başlıyor. Fabrika sahiplerinin güvenini kazanıp iyi bir çalışan oluyor. Ancak kader odur ki fabrikada çalışırken makinaya kolunu kaptırıyor.
Benim duyduğuma göre Hamit amca onca çocuğa rağmen yanlız vefat etmiş. 50’lerinde sanırım. Ölüsünü bir zaman sonra bulmuşlar. Komik bir adam diye hatırlıyorum. Allah rahmet eylesin. Çok kişinin de oğlağını yemiş. Afiyet şeker olsun.
Istek geldi. Süsken danayı anlat diye kuzenden. Ev hayvanları barışçıl, zararsızlardır. Bize de oyun lazım. Süsen (kafa sallayıp, boynuzuyla insana veya başka bir hayvana saldıran) dana çok azdır. Bizde de yoktu. Nerden esti bilmiyorum. Bir dananın karşısına geçip ona süsmeyi öğretmeye başladık. Elimizle toprağı eşeliyoruz, süsermiş gibi yapıyoruz, karşısında durmadan burnumuzdan soluyoruz. Ben bırakıyorum, Mehmet başlıyor. Mehmet bırakıyor ben başlıyorum. Gizli gizli böyle 3 ay uğraştık. Dana kudurdu. Süsek oldu ve nerde bizi görse peşimizden geliyor. Kendimizi dağa taşa zor atıyoruz. Bu arada etraftaki insanlara da saldırmaya başladı.
Herşeyden habersiz Annem ve yengem “kız ay ecem, noolmuş bu danaya böyle, süsüp duru diyorlar” Biz de kıs kıs saklanıp gülüyoruz. Onlara nasıl süsüyor bakıyoruz. Dana bunları kovalıyor. Onlar kaçıyor. Biz de bakıyoruz hahaha.. Onlar bu olayı anlık sandılar halbuki arkasında 3 aylık emek var.
Kuzenin adı “Küççük Mehmet” idi. Benim adım “Böyyük Mehmet”. Aramızda iyi anlaşır, onay gerektiren hususlarda “Dee mi ula Küççük Mehmet ?” derdim. O da tasdik anlamında “haa la Böyyük Mehmet” derdi. Yengem bu konuşmamıza sinir olurdu. Günde defalarca tekrarlanan diyalog bu.
Dedem (annemin babası) yabani ağaçları aşılar, bunlara yeni bir dal ekleyerek, armut, erik, elma vs vermelerini sağlardı. Hala bu tekniği bilen var mı bilmiyorum. Köydeki bizim 3 katlı bahçe köyün en bakımlı bahçesi. Meyveler, sebzeler bol. Haliyle köyün çocukları dadanıyor. Meyve çalmaya çalışıyorlar. Çalışıyorlar diyorum çünkü Mehmet ile aman vermiyoruz. Saatlerce ve sabırla ve kamufle olarak onları gözetliyoruz. Bizi direkt görseler zaten gelmeyecekler. Mesele suç üstü yapmak. Onlar bahçeye geliyor. Biz gizlendiğimiz yerden çıkıp yakaladığımızı dövüyoruz. Kaçan kaçıyor. Daha sonra tekrar teşebbüslerde yakaladıklarımız da oldu. Bu polislik görevinden sonra başka bahçeye giderlerdi. Arada bir devriye gezmeyi de ihmal etmezdik. Çok yaramazdık çok. Buradan bir kitap çıkar. O yüzden konuyu dağıtmayayım.
Güz (sonbahar) olunca babam köye bizi almaya gelirdi. O zaman içime bir güven duygusu oluşurdu. Anneyle olmak güzel hoş da babanın verdiği güven duygusu başka bir şey. Köyden ayrılmak zor gelirdi. Mehmet köyden bizle beraber dönmediği zaman ona ” Hamırsız dağına bak. Güneş bu konumdayken beni hatırla” derdim.
Ben 13 yaşlarındayken babam annemi bir yazın ortasında aldı götürdü. Annemin bacakları ağrıyordu sanırım. Romatizma falan var diye “denize götüreyim, kumda yatsın” dedi galiba. Ben köyde kaldım yanlız. Çok zor gelmişti 1,5-2 ay annesiz babasız olmak. Babam nasıl dayandı bir ömür??? Sığıntı gibi bir yerlerde…
Babam ve annem hayvanları sever. Onlarsız yapamazlar. Etraflarında, inek, keçi, tavuk falan olmalı. Muğla’da ilk apartmanlar yapılmaya başlandığında apartman çocuklarına özenirdik. Bize sanki daha modern yaşıyorlarmış gibi gelirdi. O zamanki belediye gecekondulaşmayı önlemek için çok güzel bir düşünceyle Bahçeli evler projesi başlatmıştı. Evlerin projesi hazır. O projeye göre evleri yapıyorsun. Önü bahçeli. Babam bundan istemiş. Ben de için için kızıyorum, niye apartmanda oturmuyoruz diye. Halbuki o düzen çocukluğumuzu yaşamamıza imkanı vermiş. Babam bu evi, taşlarını çeke çeke, ustalara yardım ede ede yapmıştır. Önceleri bir kattı, sonra kardeşim ve ben 2 kat üstüne yaptık, malesef ben kendi katımı para sıkışıklığında sattım. Bu durum babamın hiç hoşuna gitmedi.

Bizimkiler hayvanları severdi, bunu anladınız. Bu durum tabii bize de geçti. Sonbaharda köyden getirdikleri keçi(ler) yetmiyormuş gbi, babam, her baharın pazardan civciv alır, eve getirirdi. Annem kızar, bunlara nasıl bakacağız diye.. Babam devlet dairesinde, annem başka kişilerin işlerinde çalışırken, civcivlerin bakımı da bana kalır. Tavukların sorunu yok, onlar kendi kendilerine idere ediyorlar da civcivlere bakmak lazım.
Ben ilgilendiğimden civcivler beni anaları olarak bellerlerdi. Okul çıkışı onları gezdirmeye götürürdüm. Yanımda ekmek götürür, sanki tarlada bulmuş gibi “vik vik” yapardım. Civcivler toplanıp ekmek kırıntılarını yerlerdi. Tabii çimen falan da yiyorlardı. Bazen toprak kazıp solucan bulurdum onlara. Benim yanımda onlar da ayaklarıyla toprağı eşelerlerdi. Akşam olunca kümesin yanına gider onları kollarımın altında uyuturdum. Uyurken veya uykuları geldiğinde “didididid didididid” diye ses çıkarırlar. Benim de uykum gelirdi onları dinlerken… Mart ayları genellikle soğuk olur Muğla’da. Benim okul evden yaklaşık 2 km ötede. Öğle tatilinde koştura koştura eve gelir, sabah sönmüş sobayı tekrar yakar, civcivleri sobanın uzağında ama sıcak bir yere kordum üşümesinler diye. Dışardaki kümeste kesin ölecekler soğuktan belli. Yanlarına kapda su ve bulgur bırakır okula geri dönerdim. 3-4 ay sonra büyüyünce kendilerini idare ederlerdi ama insana alışkın olarak etrafımızda dolanır dururlardı. Bir keresinde civcivleri gezdirirken bir tanesi düşüp bayıldı. Elime aldım, koştura koştura ve ağlayarak anneme getirdim. Annem civcivin kursağını jiletle kesti içini boşalttı, ve tekrar dikti iple. Civciv iyileşti bir zaman sonra. Sanırım zehirli bir şey yemiş. Anneme olan güvenim ve saygım bir daha arttı. Bana olmazı oldurmuş gibi geldi. Kim yapabilir bunu bugün veterinerden başka???
Diyeceksiniz annen nerede. O Hep çalıştı, tarlada bahçede. Tütün dikmeye gitti. Elma, şeftali bahçelerinde çalıştı. Hafta sonları da babamla annem beraber gittiler çalışmaya. Babamın hafta arası hem çaycılık hem odacılık yaptığı yetmezmiş gibi hafta sonlarında da çalıştılar… Kardeşim ve ben evdeki küçük hayvanlar vs göz kulak olduk. Evin etrafında dolanıp dururduk.
Kedileri hiç sevmedim. Benim bu civcivlerden bir kaç tanesini kedinin teki kaptı gözümün önünde. Bir kaç defa taşla vurdum. Ama yakalayamadım. Yakalasam boğazına sarılıp öldürecem.. Onlar da beni pek sevmez zaten. Küçükken annemin bir kedisi vardı. Sevmeye kalkarsın tırmalar. Hep negatif deneyim. Uzak olsunlar. Sonra zaten kedi beslemedik. O eksik olsun. Kendi evinin civcini yer, şerefsizler. Bu negatif enerji belki kızıma yansıdı. O da kedileri pek sevmez ama iki kere durduk yere kedi tırmaladı. İki kere kuduz aşısı yaptırmak durumunda kaldı.
Diğer bir anı…Muğla’nın yaylasındayken annem yanlışlıkla bir civcivin üstüne bastı. Biraz kafa tarafından ezilmişti. Öldü ölecek. Bu civcivi tek tek ağzından bulgur, pirinç vererek besledim. Damlalıkla su içirdim. Belki bir ay böyle baktım. Civcv iyileşti, tavuk oldu. Ama bir gözü görmedi. İlk yumurtasını biz öğlen yemeğindeyken evin içine yürüyerek geldi ve sofranın kenarına yaptı gitti. Kör tavuk derdik. Onu çok severdim. Insanlardan pek ayrılmazdı. 1,5 sene içinde bir gün ölmüş. Nasıl olduysa. Yasin okuyup gömdük.
Ahirette ilahi adalet diye bir şey varsa baktığım bu hayvanlar inşallah bana yardım ederler ne diyeyim 🙂 Kurban kesmedik ya….
DEVAM EDECEK…